50 * DOKUNMADAN YASAMAK (NILLY'ye ithafen- ilk link verisim:))
YAŞAMIMIZ VE YENİ NESİL HAKKINDA!
Almanya da ilk düzenli şehir içi ulaşım seferleri ile başlangıçta orta ve alt sınıftan insanlar kenti bir ucundan bir ucuna gezme imkanına kavuştuklarında, Alman sosyolog Georg Simmel o korkunç teşhisi koymuştu;
"İnsanlık tarihinde ilk kez iki insan yan yana bu kadar yakın oturup, bedenlerine dokundukları halde saatlerce birbirleriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar" Bir iletişimci olarak beni ilgilendiren, düşündüren, kaygılandıran bir saptama bu.
"X KUŞAĞI". Bu yalnızlığa nicedir aşinayız. Çocuklarımız bir süredir, uyku öncesi masallarını yataklarının başucuna konan bir teypten dinliyorlar.
Oyunlarını bilgisayarda oynuyorlar. Derslerini videodan izliyorlar, kahramanlarını televizyondan seçiyor, sevgilileriyle internette buluşuyorlar. Bütün bunlar olup biterken bir odanın içinde yapayalnızlar.
Yüzyılın bizi getirip bıraktığı nokta burası.....
Onlara "Biberon kuşağı" demek geliyor içimden.
80 lerin ekonomik özgürlüğünü kazanmış, "yuppie" annelerinin "memelerim sarkar" endişesiyle emzirmeden yetiştirdiği bebekler, büyüyüp yüzyılın sonunda ergen oldular.
Daha cinsellikle tanışamadan, AIDS ile karşılaştılar. Doğum Kontrol haplarının yaygınlaşması sayesinde özgür seksin kapısını aralayan ebeveynlerinin aksine, tanımadıkları bir virüs yüzünden özgür seksin kapısını çektiler.
Bu korkunun zoruyla, giderek yalnızlığın güvenli ıssızlığını keşfettiler.
Şimdi "dokunmadan yaşamanın" tadını çıkarıyorlar. Markete gitmeden, internetten sipariş verip, bilgisayar aracılığıyla alışveriş yapıyor, doktorlarına röntgen filmlerini "mail"leyip, uzaktan muayene oluyorlar.
Onlara "X kuşağı" da deniliyor ; "ölü kuşak" ya da "ne idiğü belirsiz nesil" anlamında...
En belirleyici özellikleri yalnızlıkları...
Danstan, "bir bele sarılmanın hazzı"nı anlayan büyüklerinin aksine, kulaklarında walkmanle "techno" ritminde tek başına dans etmekten haz alıyorlar. Sofra başında aileyle birlikte değil, odalarında ekran karşısında veya burgercide ayaküstü, ama mutlaka yalnız "atıştırmayı" tercih ediyorlar.
Gazete okumuyor, "göz atıyor"lar. DVD deki filmi zıplayarak izliyor, kitabı sayfa atlayarak okuyorlar.
Internette gezinirken, aynı anda telefonla konuşabiliyor, yemek yiyebiliyor, televizyon izleyebiliyor ve dergilere göz atabiliyorlar.
Uzun sevişmeler yerine üstünkörü "dokunuş"ları, uzun konuşmalar yerine, kısa "sunuş"ları seviyorlar.
"Internette gevezelik" sitelerinden birine girip, yarattıkları yeni dili görmelisiniz. Hep bir yere yetişme telaşındaymış gibi düşünen, konuşan, yazan bir neslin kendine özgü dilini kuruyorlar;
"Hi" ile başlayıp "Bye" ile biten "N aber" sorusunun "N olsun" diye yanıtlandığı garip bir geyik muhabbeti.....
En çok, kitapçılarda "ünlü Roman özetleri" türünden kitaplar görünce onları anımsıyorum.
Yüzyılın başındakilerin hayata bakışlarımı değiştiren kitapların sadece konularıyla ilgileniyorlar.
Sağlıklı yaşıyor, iyi kazanıyor, kolay harcıyorlar....hem parayı hem dostlarını.....
Markalarını, okullarını, kariyerlerini, ailelerinden, arkadaşlarından, fikirlerinden daha çok önemsiyorlar.
Hayatı "zap" layarak yaşıyorlar.
Bilgisayarlarında olduğu gibi özel hayatlarında da "sörf" yapmayı, derine dalmadan yüzeysel ilişkiler kurmayı, kök salmadan dolaşmayı yeğliyorlar.
Bu "kök salamama" meselesi, Türkiye açısından özellikle önemli....
Geçenlerde bir arkadaşım "Farkında mısın ? "dedi, "hiçbirimiz dedemizin mezarının olduğu kentte oturmuyoruz artık". Hrant Drink in televizyonda anlattığı öykü daha da dramatikti. Her gittiği yeri çiçeklerle bezeyen bir dostunun, son yerleştiği evinin bahçesini çırılçıplak bulunca nedenini sormuş. Hrant şu yanıtı almış;
"Ne zaman bir ağac ektim de meyvesini yiyebildim ki...."
Öylesine köksüz, öylesine göçebe, öylesine gezgin bir toplumuz ki hala... Yerleşemedik gitti... Dedelerimizin mezarlarının olduğu yerleri terk ettikten sonra, ilkin evimizi, derken işimizi, aşımızı ve nihayet bütün yaşamımızı değiştirdik.
Bütün bunlar yarım asır içinde olup bitti ve hepimizde öyle bir travma yarattı ki, hala altından kalkamıyoruz.
Can Dündar
Almanya da ilk düzenli şehir içi ulaşım seferleri ile başlangıçta orta ve alt sınıftan insanlar kenti bir ucundan bir ucuna gezme imkanına kavuştuklarında, Alman sosyolog Georg Simmel o korkunç teşhisi koymuştu;
"İnsanlık tarihinde ilk kez iki insan yan yana bu kadar yakın oturup, bedenlerine dokundukları halde saatlerce birbirleriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar" Bir iletişimci olarak beni ilgilendiren, düşündüren, kaygılandıran bir saptama bu.
"X KUŞAĞI". Bu yalnızlığa nicedir aşinayız. Çocuklarımız bir süredir, uyku öncesi masallarını yataklarının başucuna konan bir teypten dinliyorlar.
Oyunlarını bilgisayarda oynuyorlar. Derslerini videodan izliyorlar, kahramanlarını televizyondan seçiyor, sevgilileriyle internette buluşuyorlar. Bütün bunlar olup biterken bir odanın içinde yapayalnızlar.
Yüzyılın bizi getirip bıraktığı nokta burası.....
Onlara "Biberon kuşağı" demek geliyor içimden.
80 lerin ekonomik özgürlüğünü kazanmış, "yuppie" annelerinin "memelerim sarkar" endişesiyle emzirmeden yetiştirdiği bebekler, büyüyüp yüzyılın sonunda ergen oldular.
Daha cinsellikle tanışamadan, AIDS ile karşılaştılar. Doğum Kontrol haplarının yaygınlaşması sayesinde özgür seksin kapısını aralayan ebeveynlerinin aksine, tanımadıkları bir virüs yüzünden özgür seksin kapısını çektiler.
Bu korkunun zoruyla, giderek yalnızlığın güvenli ıssızlığını keşfettiler.
Şimdi "dokunmadan yaşamanın" tadını çıkarıyorlar. Markete gitmeden, internetten sipariş verip, bilgisayar aracılığıyla alışveriş yapıyor, doktorlarına röntgen filmlerini "mail"leyip, uzaktan muayene oluyorlar.
Onlara "X kuşağı" da deniliyor ; "ölü kuşak" ya da "ne idiğü belirsiz nesil" anlamında...
En belirleyici özellikleri yalnızlıkları...
Danstan, "bir bele sarılmanın hazzı"nı anlayan büyüklerinin aksine, kulaklarında walkmanle "techno" ritminde tek başına dans etmekten haz alıyorlar. Sofra başında aileyle birlikte değil, odalarında ekran karşısında veya burgercide ayaküstü, ama mutlaka yalnız "atıştırmayı" tercih ediyorlar.
Gazete okumuyor, "göz atıyor"lar. DVD deki filmi zıplayarak izliyor, kitabı sayfa atlayarak okuyorlar.
Internette gezinirken, aynı anda telefonla konuşabiliyor, yemek yiyebiliyor, televizyon izleyebiliyor ve dergilere göz atabiliyorlar.
Uzun sevişmeler yerine üstünkörü "dokunuş"ları, uzun konuşmalar yerine, kısa "sunuş"ları seviyorlar.
"Internette gevezelik" sitelerinden birine girip, yarattıkları yeni dili görmelisiniz. Hep bir yere yetişme telaşındaymış gibi düşünen, konuşan, yazan bir neslin kendine özgü dilini kuruyorlar;
"Hi" ile başlayıp "Bye" ile biten "N aber" sorusunun "N olsun" diye yanıtlandığı garip bir geyik muhabbeti.....
En çok, kitapçılarda "ünlü Roman özetleri" türünden kitaplar görünce onları anımsıyorum.
Yüzyılın başındakilerin hayata bakışlarımı değiştiren kitapların sadece konularıyla ilgileniyorlar.
Sağlıklı yaşıyor, iyi kazanıyor, kolay harcıyorlar....hem parayı hem dostlarını.....
Markalarını, okullarını, kariyerlerini, ailelerinden, arkadaşlarından, fikirlerinden daha çok önemsiyorlar.
Hayatı "zap" layarak yaşıyorlar.
Bilgisayarlarında olduğu gibi özel hayatlarında da "sörf" yapmayı, derine dalmadan yüzeysel ilişkiler kurmayı, kök salmadan dolaşmayı yeğliyorlar.
Bu "kök salamama" meselesi, Türkiye açısından özellikle önemli....
Geçenlerde bir arkadaşım "Farkında mısın ? "dedi, "hiçbirimiz dedemizin mezarının olduğu kentte oturmuyoruz artık". Hrant Drink in televizyonda anlattığı öykü daha da dramatikti. Her gittiği yeri çiçeklerle bezeyen bir dostunun, son yerleştiği evinin bahçesini çırılçıplak bulunca nedenini sormuş. Hrant şu yanıtı almış;
"Ne zaman bir ağac ektim de meyvesini yiyebildim ki...."
Öylesine köksüz, öylesine göçebe, öylesine gezgin bir toplumuz ki hala... Yerleşemedik gitti... Dedelerimizin mezarlarının olduğu yerleri terk ettikten sonra, ilkin evimizi, derken işimizi, aşımızı ve nihayet bütün yaşamımızı değiştirdik.
Bütün bunlar yarım asır içinde olup bitti ve hepimizde öyle bir travma yarattı ki, hala altından kalkamıyoruz.
Can Dündar
2 Comments:
Her gün alışveriş yaptığı markettekilere, fırındakilere bilr mutlaka "iyi akşamlar" diyen ben bile çok şey buldum bu yazıda kndime dair.
Çok kirlendik ve daha önemlisi erken attık içimizdekileri...
Sevda Sozleri hosgeldin.. ne yazikki oyle oldu/oluyor gitgide degil mi:((
Yorum Gönder
<< Home